AsyaAvrupaBiyografiDünyaGenelGündemKöşe YazılarıManşetSiyaset

Putin Yıllar Önce bugünlerde ne yapacağını tek tek yazmış mıydı?

“Düşmanlarınızı kötülemeyin çünkü onlar sizin eserinizdir.”

William Hazlitt [1]

Her hükümetin bir kişiliği vardır

Her birey doğduğu günden itibaren kişilik oluşturma sürecine girer. Çevresel faktörlerin etki boyutuna göre olumlu veya olumsuz etkileşimlerle kişiliğimizi meydana getiririz. Mistik bir şekilde değil doğrudan beşerî müdahale ile oluşur kişilik. Ve buna göre düşman ve dost sahibi oluruz. Bu edinimler zaman içerisinde tutarlı veya tutarsız davranış kazanımları olarak bünyede, zihinde ve doğrudan aile ortamında yer edinir. Bu bireyler belli bir yaş ve okuma statüsüne eriştiğinde artık onlar için istekleri doğrultusunda bürokrasi koltukları demokratik teamüllere göre açıktır. Ancak bireyin örgün eğitim süreci içerisinde geliştirdiği istendik yahut istenmedik edinimler eğitim süreci bittikten sonra asla takip edilemez ve düzeltilemez. Çünkü insan sosyolojik temellere göre yaşarken, eğitim ise toplumu belirgin kalıpların dışına çıkmaması için oluşturulmuş monoton, cansız bir sistemdir. Eğitimin denetim mekanizması olmadığı gibi rejim destekçisi bireyler yetiştirmeyi kendisine hedef olarak belirlemiştir. Bu demokratik, otoriter, totaliter, sosyalist, monarşist bakış açısına sahip mezunlar olabilir. Örneğin ABD’den sosyalizm yanlısı bir eğitim sistemi beklemek doğru olmaz değil mi?

Bakınız dünyanın herhangi bir ülkesinde rejim neyse yetiştirilen bireylerin zihniyeti de o rejime destek vermesi üzerine kurgulanmıştır. İnsan geliştirdiği (temelli veya temelsiz) fikirlerini yayarken, eğitim daha fazla insanı yontmaya odaklanır. Geriye dönüp ben neler mezun ettim ve bunlar şimdi ne işlarle uğraşıyorlar acaba diye kendisine soramaz. Bunu yapabiliyor olsa bile tam anlamıyla yaptığını söyleyemeyiz. İşte bu yüzden sistemdeki çatlaklar hep sızıntıya açıktı. Bu sebeple okuldan mezun edilen öğrencilerin topluma karışma safhasında istenmedik, kötücül fikirlerin çevreye aşılanmasının önüne geçmek oldukça zordur. Yani eğitimin çıktılarını denetlemek imkansıza yakındır. Ve her öğrencinin aile ortamından mahalle-komşuluk ve çocukluk ilişkilerine kadar indiğimizde diktatörlerin, totaliter uygulamaların veya tam tersi demokratik uygulayıcı kişilik profillerinin yetişmesi oldukça doğaldır. Ne de olsa eğitim de beşerden çıkmıştır.

Her ülkede var olan bu bireyler demokrasilerde eşit yarışma koşulları yönetime talip olabilir. Bu sistem içerisinde normal kabul edilen bir durumdur. Yarıştıkları platformda destekçilerinden aldıkları sembolik yetki oranına göre -yeterliyse- işe koyulurlar. Ama şöyle bir farklılık var ki hükümetlerin kişiliğini de kalıcı ve geçici olarak halk belirler. Yani seçmen belirler. Yani aslında eğitimin çıktıları istenmedik yönde fazlalık gösteriyorsa demokratik ortamda sonuç da ona göre olur. Özellikle demokratik çizelge dışı prosedürlerle yönetime gelen devlet başkanları küçüklüklerinde oluşturdukları kişiliklerini ülkelerine empoze etmeye kalkabilir. Mesela Pol Pot gibi. Mesela Mengistu Haile Mariam gibi. Mesela Mao gibi. Mesela İdi Amin Dada gibi. İdi Amin ne yapmıştı? Hitler’in Holokost örnekleminde olduğu gibi İdi Amin’de Uganda’daki Hintlileri ve Asyalıları ülkeden satırlarla döverek, keserek uzaklaştırmıştı. Gerekçe aynıydı. İngiliz artığı olarak ülke ekonomisini tekellerinde bulunduruyor olmalarından duyduğu rahatsızlık onu böyle katliamlar gerçekleştirmeye zorlamıştı. Hintliler dokuma sektörüyle Uganda’yı bir dantel gibi örmüş, işlemiş ve iç piyasanın en azından çırpınır haldeki canlılığında katkı sağlıyorlardı. Ancak ülke içindeki belirlediği problemli unsurlarla birlikte Buganda gibi yerlerde katliamlar yapmakla ünlenen İdi Amin Dada, onca insanın kanını pekmez gibi akıttıktan sonra Suudi Arabistan’a iltica ederek bir fiske falaka dahi yemeden ölüp gitti. Kendi tövbe etmiş olsa da ardında bıraktığı kişiliği halen daha binlerce insanın içinde ve torunlarında geçmişe duyulan özlem, mevcut duruma karşı öfke dahilinde yaşamakta. Ve potansiyel olarak bir gün bir şekilde patlamayı bekliyor. Aksini kanıtlayabilir misiniz?

Demokrasiyi denetleyebilmek bu bakıdan her zaman güç (zor) bir konu oldu. Zor oldu çünkü adaletler abidesi (!) Britanya arkasında böyle kanlı bir Uganda bırakmıştı. Çoğulcu ve çoğunlukçu anlayışla şekillenen, duruma göre ilerleyen veya kendi içinde “demokrasi modelleri” oluşturularak devam etmiş/ediyor olan örnekler hep var. Bu hipotez üzerinden ilerlediğimizde demokrasinin M.Ö’de kalmayıp çağımıza kadar geliştirildiğini düşündüğümüzde kişilik kavramının da yalnızca insan ile sınırlı kalmadığını, bu davranışlara ve edinimlere sahip olanların ortak yönetiminde ülke profilini de kurcalayabileceğini, siyasi haritaları da bu zihniyetin olası zaferiyle her daim değiştirmeye açık olduğunu, ülke dinamiklerine kişilik ve sürdürülebilir olmayan insani misyonlar yükleyebileceklerini aklımıza çiviyle çakmamız gerekir. Çünkü hükümet denilen “anlaşabileceğin kişilerle oluşturduğun” kabinede şiddetli tartışmalara, sorgulamalara genellikle yer verilmez. Bunun sebebi liderin yetiştiği toplumsal statünün içerisinde tartışma ortamına ne düzeyde ve şekilde adapte olmuş olmasıyla doğrudan paralel bir durum vardır. Hele ki sancılı siyasi sınırlara sahip ülkeler için, imanları teyakkuzda olmak olan ülkeler için bu tartışma ortamına yer vermek bir hayli zordur.

Pedagojik açıdan kişideki davranışları şekillendiren etkenlerin ağırlıkla küçük yaşlarda “çevresel faktörler” olduğu kesinlik taşımaktadır. İnsan doğduktan sonra etkilenme alanı ağırlıkla çevresel faktörler olur. Yani yukarıda bahsettiğim gibi “istenmedik çıktıların” retoriğinden etkilenebilir. Davranışlarında bu nedenle belirgin değişiklikler geliştiren o bireyler günü geldiğinde uzlaşılamayacak lider profiline sahip olabilirler. Mesela Caligula ile uzlaşmanız oldukça zordur. Ancak Hitler ile bunu aynı A. N. Chamberlain gibi hiç değilse deneyebilirsiniz. Chamberlain demişken bu liderin misyonundaki yatıştırılmış öfke politikası üzerinden günümüz yorumlanabilir diye düşünüyorum. Günümüzde olanların Chamberlain’in yatıştırma politikasıyla doğrudan benzerlikleri var. Yani anlaşma masasına oturma kültürüne sahip olmayan Hitler’in ve temsil ettiği faşist bürokrasinin o masaya oturtulabilmiş olunması dönem diplomasisinde zaten demokrasiye yüklenen algı ve anlam dahilinde artık demokrasinin I. Genel Savaş sonrası ufak tavizlerle (kime göre ufak olduğu tartışılır) somut ve etkili barış güvercini olma yolundaki markası güçlenmişti.

Yani 1938’deki Münih’e giden süreçte sanki faşizmin üzerinde koruyucu bir gölge olarak demokratik zihniyete sahip idare yapısı Avrupa’nın en büyük bekçisi olarak düşünülmüştü. Peki -mışlı zamanda kalan ve kimseyi memnun etmeyen Chamberlian diplomasisi ne doğurmuştu? Britanya açıkça Hitler, Benitto ve Édouard Daladier ile birlikte 1938’de Münih’te düzenlenen konferansta Hitler’e sus payı olarak Sudetenland’ı vermişlerdi. Aslında verilen yer Hitler’in doğrudan hak iddia ettiği ve “yaşam sahası” olarak adlandırılan, Frederich Ratzel’in siyasi coğrafya açısından Almanya’nın varlığını bu genişleme haritasına göre gerçekleştirirse güçlenerek hayatta kalır mantalitesiyle doğrudan uyuşmaktaydı. Chamberlain ve Daladier saldırgan bir lider profiline altın tabakla arzusunu sunmuşlardı. Ve hatta dönemin Çekoslovakya Cumhurbaşkanı olan Edvard Benes’in toplantıya dahi çağrılmadan ülkesinin müzakereye açılmasını düşündüğünüzde Avrupa’nın oturduğu her masada (o masayı başkası kursa bile) senin toprağın değil bizim güvenliğimiz konusunun masaya yatırıldığını anlamış oluyoruz. Yani İngilizler her devirde aynı. İsterler ki ne kopardığım payım azalsın ne de pasta azalsın…

Chamberlain Münih’ten dönmeden önce Benitto ile kısa bir görüşme yaparak Hitler’den Avrupa’da bir savaş başlatmaması adına taahhüt vermesini rica etmişti. Bu rica tüm Avrupa’nın güvenliğini ve saadetini güç kazanımı olarak belirlediği hedefleri yine Avrupa ve Avrupa çıkarlarının bulunduğu Akdeniz üzerinde olan bir başka faşist yöneticinin beline bağlamıştı yani. Bunu Benitto’dan Hitler’e iletmesi için rica ettiği söyleniyor. Demokrasinin -kişiliğinde demokratik fenomenlere izin veren insanın- faşizmden –kişiliğinde faşizme yer veren insandan– böyle bir arabulucu olmasını istemesindeki sebep Hitler’in İtalya orijinli bir yansıması olan Benitto’yu yani dostunu dinleyeceği sanılıyordu. Elbette ki bu arabuluculuk işi neticelenmedi. Ve bu görüşmenin de yapıldığı daha sonra Churchill’in ifadeleriyle bir tür diplomatik uyuşukluk olarak değerlendirildi. Royalist Bulldog olarak tanınan W. Churchill’de ülkeyi işgale uğratmadan savaşı sonlandırdıktan sonra birkaç defa Başbakanlığa tekrardan gelerek eninde sonunda dürülüp bir kenara fırlatıldı.

Chamberlain kanserden 9 Kasım 1940’ta öldüğünde, Hitler Avusturya dahil olmak üzere bütün bir Çekoslovakya’yı eline geçirmişti. Çekoslovakya işgali [2] Sudetenland bölgesinin Hitler’e verildiği Münih Antlaşması’nın [3] imzalandığı tarihten 6 ay kadar sonra gerçekleşti. Faşist Almanya tarafından Polonya ve ardından Mayıs 1940’ta Fransa’da tümüyle işgal edildi. Yatıştırma Politikası’nın geçmiş siyasetin ürünü olduğunu bilen ve sinsice işgal girişimi hareketine hazırlık adına zaman kazanmak için Münih’te toplanmayı kabul eden Hitler’in gerektiği zamanda durdurulmamış olunması Avrupa’yı kemiklerini çatlatan bir savaşa sürükledi. Bu savaş sonucunda silahsızlandırılan günümüz Avrupa ekonomi devlerinin (Almanya ve İtalya) herhangi bir askeri tehditte ABD’ye yapışıyor olmasının sebebi tam olarak da budur. Yani Almanya ve İtalya’nın iktisadi ve sosyal hayatta hatta eğitim yatırımlarında gelişmiş olmasındaki sebep sürekli modernize etmelerine gerek kalmadığı, sürekli harcamalar yapmalarına gerek kalmadığı askeri harcamalardır. Çünkü ordun yoksa askeri harcamaları başka yerlere kaydırırsın. Aynı şey Güney Kore ve Japonya için de geçerlidir. Japon İmparatorluk Ordusu ile şimdiki ordu arasındaki farkı görebiliyorsunuzdur diye düşünüyorum. 

Peki Hitler’in durdurulabileceği uygun zaman ne zamandı?

Siyasi coğrafyacılara göre Hindenburg’un iktidarı kaybetmesinden [4] hemen sonraki süreçti. Yani 7 Mart 1936’da yeniden silahlandırılan Rheinland bölgesi için Hitler harekete geçmeden müdahale etmeleri gerektiği vurgulanır. Bu hadise üzerine oluşan haberler İngiltere başta olmak üzere Hollanda ve Belçika özelinde “Almanlar arka bahçelerinde oynuyorlar” açıklamasında bulunuldu. Evet Almanya hakikaten arka bahçesinde oynuyordu. Arka bahçesinde askercilik oynuyordu.

Bugün o savaşı Avrupa yine kendi eliyle kapalı kapılar ardında kurduğu senaryolar ve hesapları doğrultusunda tetiklemişe benziyor. Onlar için birkaç nesil sürünüp tekrar ayağa kalkmak alışılmış bir olay. Ama Rusya’nın nefretini kazanmak biraz temkinli yaklaşılması gereken bir durum. Çünkü Rusya patates çuvalı kemirir ama kiniyle doyar.

Aslında her ne kadar yeni bir genel savaş düzeni olmasa da Çin ve Kuzey Kore gibi ülkelerin iştahlı bir şekilde beklediği en az 50 yıllık uzun vadeli hedeflerini gerçekleştirebilme, genişleyebilme istekleri belki dördüncüsü olmayacak bir savaşın başlama ihtimalini oldukça yükseltmekte. Ucunun ve sonucunun kimlere değeceği herkesin merak konusu. Ama tek bilinen Avrupa’nın hiçbir şeyden düşmanları kadar ders çıkarmamış olduğu. Veya düşmanlarını halen daha kendi çıkarları için kullanabildiğini sanıyordur.

Ukrayna düzlüklerinde Rusya tarafından ilerletilen istila girişimini Putin ilk olarak sınır koruması ve Donetsk ile Luhansk yönetimlerinin güvenliği (!) için gerçekleştirdiklerini dile getirdi. Yani bununla da sınırlı kalabilirim mesajını verdi. Ardından yaptırım paketlerinin uygulanması için Kiev yönetimi büyük bir ikna temelli dış politika yürüttü. Nihayetinde Biden tarafından başlatılan yaptırım paketlerinin Almanya’dan da gelmesiyle Kiev’e ilerleyip ilerlememekte kararsız kalan Rusya, AB ve ABD tarafından kendisine uygulanan yaptırımların durdurucu nitelikte olmadığını hesapladığında Kiev’e yürümekte bir engel olmadığını fark etti. Esasında Avrupa tarafından 2008’den beri Rusya’ya uygulanan yaptırımlar, Rusya’ya yaptırımlarla nasıl yaşanması gerektiğini öğretti. Diğer yandan bunun bir savaş yahut işgal olmadığı üzerine basılarak söyleniyor olunsa da Rusya’nın Kiev’i doğrudan kuşatmaya alıyor olduğu düşünüldüğünde şaşırtmacalarla perdelenmiş niyetlerin cirit attığını görebiliriz. Ama söylemeden geçemeyeceğim Avrupa kendisine Rusya’dan sonra iyi bilevlenmiş olan bir de Ukrayna’daki insanları kazandı.

ABD’de 1960’larda sıklıkla SSCB saldıracak diye okullarda yapılan tatbikatlara benzer şekliyle Rusya Federasyonu’da bünyesinde dev ekonomik yaptırımlara karşı dirençli olabilmeyi öğrenmeye çalıştı, tatbikatlarını yaptı. Ülkeye yabancı sermaye girişini kontrollü ve denetimli olmasını sağladı. Yani ipin ucunu sonuna kadar bırakıp elini kolunu piyasadan çekemdi.

Mesela nasıl bir süreç izlendi?  

Rusya içerisindeki para babalarının olası bir savaş pozisyonunda ülkeden sermaye kaçırmasını engellemek için anlaşabildiği Oligarklarla anlaştı, anlaşamadıklarını ise halı altına süpürdü. Bireysel okumalarınız güçlüyse 1990’lı yılların hemen başlarında ortaya çıkan milyar dolarlık servete sahip kişilerin ülke yönetimi sayesinde karanlık ilişkilere giriştiği hatta petrol şirketleri gibi oluşumların hisselerini kaşla göz arasında satın aldığını size söyleyebilirim.

Örneğin Orman Mühendisliğini kazansa da diplomasını alamayan Roman Abramoviç’in SSCB dağıldıktan sonra biriktirdiği dövizler sayesinde Yeltsin döneminde Sibneft’i satın alması hadisesi. Günümüzde İngiltere Premier Lig’e yükselttiği Chelsea Futbol Takımı’nı [5] da özel ilgi alanıma giriyor diyerek satın almıştı. Ama daha sonrasında Rusya Federasyonu’ndaki Oligarşizm olayı değişik boyutlara ulaştı. Rus Oligarkların başta gelen isimlerinden biri olan Boris Berezovski’nin İngiltere’de faili meçhul şekilde öldürülmesiyle Putin, Rusya içerisindeki Oligarkların kişisel hesaplarının, çıkarlarının Rusya devleti ile uyuşmayanlarıyla mücadele etmesi gerektiğini anladı ve bunu çok sert bir şekilde faaliyete geçirdi. Ve bunu çok iyi yaptı. Açık veya gizli. Yaptı… Ve böylece Putin ile klikleşmiş yeraltı örgütlenmeleri arasında cadı avı başladı. Bu cadı avını çareyi Putin’e destek vermekte bulan milyonerlerin kazandığını söylememiz zor olmaz.

Boris Berzovski’de bir hırsızlık olayı ile gündeme gelmişti. Yani Rus oligarklarının Rus idealleriyle örtüşmeyen çekişmesi dendiğinde Berzovski olayı hep aklıma gelir. Öldürülmesinin bununla doğrudan bir ilişkisi bulunduğu düşünülmekte. Rusya’nın nitelikli petrol şirketi olan Sibneft’in hisselerinin oldukça düşük miktarla R. Abramoviç tarafından kendisinden “çalındığını” iddia ediyordu. Bu iddiası yüzünden uluslararası mahkemeler gözünü Rusya’ya dikmeye başladığında ve soruşturma için heyetlerin Rusya’ya gönderilme isteği Vladimir Putin ile ters düşmesine sebebiyet verdi. 23 Mart 2013’te de Londra’da evinde (yatak odasında) ölü bulundu.

Tabi insan bunları okuduğunda totaliter Sovyet rejiminde vatandaşlar kuş gibi beslenirken ve sosyalistlerin içinden multimilyarder bir ismin nasıl çıktığı akıllara gelen bir soru…

Putin her zaman genişlemek için iç dinamiklerin uygunluğunu ve dünyanın uykuya dalmaya başladığıo zamanı kolladı. Rusya Federasyonu 2008’de Güney Osetya’yı işgal ederek (Gürcistan) ve 2014’te siyasi istikrarsızlıktan yararlanarak Kırım’ı ilhak ederek AB’nin ve NATO’nun genişlemesinden rahatsız olduğunu somut olarak dile getirdi. Kırım’daki konu Ukrayna’nın Petro Poroşenko yönetimine yakılan yeşil ışıktan kaynaklandığı belirgin. Ama her ne olursa olsun bağımsız bir devlet ve halkının iradesine göre kararlar alabilmelidir. 

Karadeniz’de birincilik haricinde hiçbir planda ve bir sıralamada sıradan bir kuvvet olmayı kabul etmeyen Rusya’nın Kırım işgaliyle birlikte bölgeye getirdiği tutuklamalar ve sınırları aşan cinayetleri 2022’de gelinen noktada 1941’deki herkesin ensesinde soğuk bir nefes olarak var olan ölümün bir benzerini Avrupa’ya daha sert şekilde göstermesi takip etti. “Yaptırımlara direnemez” denilen Putin ve hükümeti bir gecede modern ve gelişmiş denilen Avrupa’yı ve ABD’yi 81 yıl öncesinin karanlığına ve belirsizliğine itekledi. Şu an bütün kozlar ve talepler Rusya’ya bırakılmış durumda. 

Şimdi Putin’in gizemli ve karanlık, sağı, solu belli olmayan kişiliğinin ve mülayim agresifliğinin entegre edildiği Rusya’ya Avrupa şu saatten sonra diplomatik ve ekonomik ilişkileri normalleştirme adı altında bulunacağı her türlü teklif ve iş birliğinde Putin’in kabul edebileceği oranda şartlarla müzakere masaları düzenlemeye çalışacak. Olan bitene cuk diye oturan bir söz var. Nedir o? “Benim olan benimdir, senin olan her zaman müzakere etmeye açıktır”. Yani BM’nin suskunluğu ve tüm uluslararası kurum ve kuruluşların cılız caydırıcı yaptırımları belki de sadece Avrupa ülkelerini değil tüm gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri 81 yıl önceki diplomasinin ve uygulamaların çıkmazına sürüklemiş bulunuyor.

Türkiye gibi beli başlı konularda (ikili ilişkilerde ve ticaret hacmini periyodik olarak artırmaya yönelik antlaşmalarla) sınırlarını aşmış yatırımlarla uluslararası sermayede pasta paylarını artırmaya çalışan ülkelerin Almanya, Fransa gibi düşünmüyor olması ve bunu doğrudan belirtmiş olması Putin’e güç kazanımı olarak dönüş yaptı. Parası bol olanla, parasını parası bol olanlara bağımlı şekilde kazananlar aynı kefede asla olamaz. BM tekliflerine çekimser kalan ülkelerin tavrıyla da bunu bir kez daha teyit edebiliriz.

Uzak ve yakın geçmiş itibariyle tüm bu olanlara tek taraflı olarak bakıldığında yani Avrasyacı düşünceyle[6] incelendiğinde (daha da açmak gerekirse) Rus toplumunun ve üzerine inşa ettiği her şeyin asıl yerinin Avrupa değil aksine Avrasya merkezli bir jeopolitik konseptine uygun olduğunu düşündüğümüzde maalesef siyasi coğrafyanın en temel ve belirgin hedef kazanımlarını ihlal eder, Rusya’nın bugün ne yapmak istediğini Anti-Natocu veya Stalinist kafayla anlamak için kendimizi yorar ve neticede Rusya’nın hedefleri içerisinde bulunan bölgelerdeki Slav ve Slav olmayan ancak eskiden Rus egemenliğine girmiş (Litavlar gibi) halkların modern konjonktürdeki düşüncelerini önemsemeden düz bir mantıkla kısa vadeli, saman alevi gibi bir mantaliteye sahip oluruz. Çünkü mim üzerinde olan unsurların başını şu an Baltık ülkeleri ile birlikte doğrudan Finlandiya çekiyor. II. Genel Savaş sonrasında ordusuz ancak enerjide dışa bağımlı bir gelişim düzeni oluşturan Avrupa, Rusya ne zaman hareketlense ABD’nin dizlerinin dibinde daha da sıkı bitmeye başladı. İşte ABD’nin de kurduğu tuzak budur. Monroe Doktrini bitti biteli Avrupa, ABD’siz bir gelecek düşünemez oldu.

Bu arada hepimizin kesesini etkileyecek bir önerim var…

Ayrıca şu an Avrupa’da Rusya’ya uygulanan enerji yaptırımları dolayısıyla bir fosil yakıt krizi başlamasından korkuluyor. Bu konuda bir önerim olacak. Mavi Vatan’ımızın sınırları içerisinde sondaj çalışmaları neticesinde keşfedilerek duyurulan doğalgaz yataklarımız var dendi. Sahip olduğumuz bir şeyin ticaretini de yapabiliriz. Bakın Avrupa şu an her türlü masaya yatırılabilecek kıvamda. Avrupa’ya enerji satışı için daha neyi bekliyoruz? Engel mi var? Rusya’nın zor durumda olması işimize gelmez mi? Bundan iyi fırsat mı var? Venezuela durumuna düştüler. En büyük ticari maden olan petrol ve doğalgazları var ama alanı yok. Bu fırsat kaçmaz…

Silahsız bir Sovyet Rusya mı?                                                                                         

NATO’nun 1950’den sonraki süreçte SSCB’ye karşı sürekli genişliyor olması ve çevrelemeye bağlı bir silah yarışına girmiş olması dolayısıyla Sovyetlerin varlığı süresince çok kısa bir dönem silahsızlanmak için adımlar attığını söyleyebiliriz. Ancak silahlanmayı bir dönemler karşılıklı olarak bitirmeye yeltenmiş olması onun muhtelif coğrafyalarda baskıcı ve baskın rolde olmadığı anlamına da gelmez. Yani Soğuk Savaş’ta mental anlamda yorulmaya başlayan Sovyet yönetiminin iç sorunları halledebilmesi için sermaye kontrolünü ve odağını sosyal hayata çevirmesi gerektiği bir gerçekti. Çünkü SSBC’nin başlattığı -ABD- karşılıklı silahsızlanma çabası ekonomik sıkıntılarla boğuşmasından dolayı silah üstünlüğünde üretim konusunda yavaş yavaş geride kalmaya başlamasıyla ilgilidir. Ve aynı zamanda uzay yarışında 1953’te fırlatılan Sputnik’in finansmanına daha fazla yatırım, bütçe ayırabilmekle ilgiliydi. Çünkü Uzay Yarışı pek çok çılgın fikri de beraberinde getirmişti. Mesela Amerika Birleşik Devletleri tarafından SSCB’ye karşı uzayda bir kalkan sistemi oluşturabilme amacıyla Ay’a nükleer füze rampaları yerleştirme fikri ortaya atılmıştı. Artık dart tahtası yapılan falso açıklamalarla delik deşik edilmişti bile. Böyle bir ortamda silahsızlanma belki de SSCB’nin kapalı kapılar ardında yarışa suhulet içerisinde devam edebilmesine yardımcı olabilirdi. Ama ABD dünya ticaretinin parasını doğrudan basarken, SSCB’nin ticaret hacmini artırması ve dolar biriktirmesi gerekiyordu. Katlanarak artırması gereken bir potansiyele hep ihtiyaç duydu. Bununla beraber Auto Vaz gibi fabrikalar kurulmaya başlanıp otomobil sektöründe hamleler denendi. Ama Avrupa pazarında tutunmanın imkanı gittikçe zorlaştı. Yani her açıdan para kazanma odaklı yürütülen iktisadi kalkınma ve bütçe genişletme adımları istikrarlı devam etmedi. EMW, Trabant, Moskvich gibi fabrikalar üretim bantlarından düzenli araç çıkaramaz hale gelip kaynak krizleriyle çalkalanmaya, farklı yıllara göre sektörel krizlere doğru gittiği de oldu.

Silahlanma yarışı sayesinde Trabant [7] misali derli toplu ancak herhangi bir darbede mukavva dayanıklılığına sahip Sovyet ekonomisine sıklıkla krizler uğrayıp, uğrayıp gitti.  Sovyet ekonomisindeki durgunluğun başlangıcı hemen hemen 1973’te ABD’deki finansal gelişmelere paralellik göstererek aynı dönemde başladı. Çünkü Auto Vaz gibi 1966’da kurulan uluslararası piyasaya açılabilme denemesi olarak adlandırılan firmaların doğrudan darbe alacağı nokta Avrupa ekonomisindeki daralmalar ve kriz manipülasyonlarıydı. Ama Batı Avrupa ve ABD piyasalarında bu entegre edilmiş sistem yüzünden birbirine bağımlı olarak inip çıkıyor olsa da SSCB’de bu kısmen böyle olmadı. Çünkü duruma göre dışarıyla izole olabilen ekonomi manevralarıyla yaşamayı tasarlayabilmişlerdi. Brejnev yönetiminde SSCB’deki GSYİH oranı Batı Avrupa’ya göre yarısı kadar, ABD’ye göre ise 3/1’i kadar orandaydı. Tarım politikasını düzenleyerek bir şeyler denese de (devletin çiftliklerdeki yatırımlarını artırması, Tarım-Sanayi entegrasyonu gibi) adının krizlerle boğuşan bir yoldaş olarak anılmaması için farklı yola girmesi şart oldu. 

SSCB, silahsızlanmanın yolunu lambur lumbur arayan taş kafa Leonid Brejnev [8] döneminde önemli antlaşmalara imza attı. Tasvip edilmeyen bu antlaşmalar ve peşinden gelen huzursuzluk Putin’i Putin yapan tartışmasız en büyük etkiyi de peşinde getirdi. Belki de Brejnev’in hamleleri Gorbaçov’a Glastnost ve Prestroika’yı geliştirmesi için zorunlu bir ortam tahsis etmişti. Ancak şunu da unutmamak gerekiyor ki Politbüro’nun kafasına yatmayan hiçbir şey uygulamaya da çalışılamaz. Leonid Brejnev ve Gorbaçov arasında kalan dönemde SSCB yönetimine gelen Yuri Andropov’un ve Konstantin Çernenko’nun politikaları neticelerinde Brejnev’in silahsızlanma çabaları hızla kapatılmaya çalışıldı. Hatta Andropov yönetiminde Cenevre’de mutabakata varulan Nükleer Füzelerin Sınırlandırılması konusundan da SSCB bu hükümetle caymıştır.

Ekonomik sıkıntılara rağmen insanların boğazından keserek hızla nükleer başlık üretimine yöneldi. Yeltsin’e ve Yeltsin’den de Putin’e miras kalan Rusya’nın genel görüntüsü böyleydi. Ayarlarıyla son dönemlerinde çok oynanmıştı. Brejnev’in silahsızlanma adına imza attığı 1968 Nükleer Silahların Yasaklanma Sözleşmesi, 1972 SALT-I (stratejik saldırı silahlarının sayıca sınırlandırılması) ve 1979 SALT-II (SALT-I’in devamı niteliğinde olan bir sözleşmedir) antlaşmalarıyla Sovyet Devlet Aklı’nı önlem almaya itti. Yani Brejnev her ne kadar bu yönde ekonomik odağı silaha yatırmamak, iktisadi gelişime daha fazla bütçe ayırabilmek için yoğunlaştırmaya çalıştıysa da Politbüro’nun direnişi ile karşılaşan bu politikasını tam anlamıyla uygulayamadı. Çünkü onların (Politbüro) düşüncesinde SSCB’nin Çin ile bozulmaya başlayan ilişkileri [9] özelinde Brejnev’in güneyde böyle bir krizin tetiklenmesi üzerine bir de Batı’ya gelin nükleerden arınalım demesi Politbüro’da beyin kanamasına sebebiyet verdi. NATO’nun SSCB etrafındaki yürüttüğü containment policy[10]dolayısıyla da kendinden sonra gelen iki genel sekreter elinden geldiğince SSCB’yi zorla askeri üstünlük rayına oturtmaya çalıştı. Gorbaçov’un ülkeyi dağıtması ardından tam da bu yüzden Yeltsin’den sonra ülkeyi yönetecek kişinin Rusya’yı kaybedersem her şeyimi kaybederim demesi gerekliydi. İşte karşımızda her şeyini Rusya ile özdeşleştiren, ben iktidardan düşene kadar değil ben yok olana kadar ile her cümlesini bitiren Putin…

Peki Putin kimdir ve nasıl korkutulur? 

Putin’in babası [11] II. Genel Savaş’ta bacaklarına aldığı şarapnel parçalarından dolayı engelli duruma düştü ve bu sebepten dolayı bir fabrika işçisi olarak hayatına devam etti. Doğduğu aile ortamı fakir ile orta halli bir yaşantının arasında bir yerdeydi. Annesi ise aynı şekilde bir işçiydi. Ancak Putin’in Hillary Clinton’a anlattığı biyografisi 2000 yılında verdiği demeçlerden çok daha farklıdır. O sebeple biyografisi bilinen kadarıyla sırlar aleminde saklı olan Vladimir Putin’in çocukluğundan itibaren geliştirdiği kişiliğinde “zorluklarla mücadele etme” çabası onu biraz gözü kapalı biri haline getirdi. Lisans yani Üniversite mezunu biri olmayı kendisi planlamamıştı. Bu bir yönlendirme sonucu gerçekleşti. Bir hukukçu olarak üniversiteden mezun oldu. 1975’te mezun olduğunda iktidarda Brejnev bulunuyordu. Brejnev’in SSCB’yi politik bir felce sokmaya başladığı yıllarda V. Putin’in yanıp kavrulduğu hedefi istihbarat görevlisi olmaktı. Kendisini de ülkesiyle özdeşleştirmeye bu dönemde başladı. Onun için KGB’de görev yapmak kutsal bir durumdu. Bu hayalini lise dönemlerinde kurguladı. Liseden mezun olduktan sonra KGB’ye başvursa da kabul edilmedi. Önce hukuk okuması gerektiği söylenerek tekrardan başvuru yapması istendi. 4 yıl daha hayalinden uzak kaldı.

İşte Leningrad Üniversitesi’ni ve Hukuk bölümünü bu sebeple kazandı. Daha sonra Yüksek lisansını ekonomi üzerine gerçekleştirdi. Ki benim düşüncem devlet başkanlığına yüksel(til)me sürecinde yüksek lisansını ekonomiden yapmış olması ona avantajlar sağladı. KGB’ye ikinci müracaatında koşulsuz bir başarı göstermesi yüzünden ilk sıralarda gizli servise kabul edildi. Gizli Servis’te üst kademelerde görev almadı. Personel olarak uzun bir süre hizmet verdi. Kısa sürede istihbarat şefi olmayı hayal ediyor olsa da bu uzun vadede KGB içerisinde temkinli adımlar atarak hayalini sindire sindire gerçekleştirmenin hazzına varmasında yardımcı oldu. Hedefi her ne kadar bir örgütün en üst kademesi olsa da ten rengindeki soğukluğun davranışlarına ve insan ilişkilerine işlemiş olması onu biraz daha tedbiri elden bırakmadan iş yapmasını sağlıyordu.

Çelimsiz biri Rus Devleti’nin dikkatini nasıl çekebildi?

Putin, KBG bünyesinde Doğu Almanya’da görev yaptı. Bu bölgede göreve 1985’te başladığı biliniyor. Yani 33 yaşındayken. Görev yaptığı dönem (5 Aralık 1989) artık Berlin Duvarı’nın tekmelenmeye başlandığı aralıktaydı. Ve Putin’in görülmesini sağlayan olay da bu protestolar esnasında çark etti. 5 Aralık 1989’da kalabalık bir protestocu grubun Doğu Almanya Güvenlik Bakanlığı’nı yağmalamaya başladıktan sonra KGB binasına yöneldiği bildirilmişti. Putin, 37 yaşındayken bu olaya tanıklık etti. Protestocuların hırçın ruhu binayı adeta savaş alanına çevirmiş, girilmesi mümkün değil “cesaret edemezler” denilen Bakanlık binası perili köşke dönmüştü. İvme kazanan eylemciler Dresden’deki KGB binasına yöneldiğinde Sovyetlerden kışkırtılanları geri püskürtme gibi bir emir veya direktif gelmedi. Onların düşüncesi binaya doğrudan saldırıda bulunamazlar yahut çit sınırlarını geçmeye, duvarları aşmaya cesaret edemezler yönündeydi.

Yaşananlara ilişkin 37 yaşındaki Putin ise kazulet gibi Alman heriflerin karşısında aktarılanlara göre henüz genç ve çelimsiz yapısına rağmen gizli servis binasının kapılarının kendisi için açılmasını istemişti. Halbuki SSCB’den Dresden’deki KGB çalışanlarının reaksiyon göstermemesi isteniyordu. Kalabalık, çit ve duvar sınırına yaklaşmış, birkaç adım daha atsa KGB binasının akıbetini de o öfkeyle önceki Bakanlık binasında olduğu gibi bir sonla noktalayabilirdi. Bakanlığın yağmalanmasından aldıkları cesaretle KGB’nin çitlerine kadar ilerleyebilmişlerdi zaten. Ancak karşılarındaki SSCB istihbarat çalışanı V. Putin, protestoculara nazaran kısa, zayıf, jest ve mimiklerinden yoksun, soluk görüntüye sahipti. Korkulacak, çekinilecek, dediklerine kulak asılacak bir yanı yoktu diyebiliriz. Üzerinde subay üniforması olmasa 1.70 cm boydaki birinden 1.85 üstü insanların çekinmesi pek mümkün değildir.

Megafon yerine protestocuların tam karşısında, nefes kadar uzaklıkta kendi sesiyle çok da bağırmadan “buranın SSCB toprağı olduğunu unutmayın” demesi üzerine kalabalık KGB binasına ilerlemeye tereddüt etmişti. Yavaş yavaş mırıldanarak KGB’nin önünden uzaklaşmaya başladıkları gözlemlendi.

Protestocuların yaptıkları kırma ve dökme işlerinin bilinçlerinde oluşturduğu histeriyi düşünürsek aslında çelimsiz birinden korkmamışlardı elbette. Bilinçlerinde yaptıklarının sonuçlarının ağır olabileceği olgusu yer edinmiş olacak ki bir tür genelleştirilmiş korkuyu aniden tetikleyen şey Putin’in yani aslında cılız birinin böylesi öfkeli grubun yanına tek başına gelmesi psikolojik olarak kitlenin saldırganlık tutumunda geri adım atmasına sebebiyet vermiş olma ihtimali çok yüksek. Korku salmayı uygun zamanda gerçekleştirirseniz felaketlerin önüne geçebilirsiniz. İşte Putin’in fark edilebilmesini sağlayan kırılma noktası burasıdır. 

KGB binası yağmalanamamıştı ama bu tarihte Berlin Duvarı yıkılmıştı. Bu olay ile birlikte Putin’in de hayali ile yanıp tutuştuğu KGB’deki görevi istifa mektubuyla sona erdi. 1 yıl sonra (1990) mezun olduğu Leningrad Üniversitesi’ne [12] döndü. KGB’deki görevi esrarengiz şekilde bitirilmişti. Artık Üniversite hocasıydı. Yaklaşık birkaç ay uluslararası ilişkiler dersleri verdikten sonra burada da hızlı bir kariyer yükselmesi yaşadı. Veriyor olduğu dersin kürsüsünden rektör yardımcılığına yükseldi. Gorbaçov’un SSCB’yi dağıttığı 1991’den 3 yıl sonra yani 1993’te Putin’in yeni görev yeri St. Petersburg Belediyesi Başkan Vekilliği makamıydı. Burada 1996’ya kadar farklı kademelerde görevler üstlendi. Belediyenin sosyal hizmetlerinin geliştirilmesinden, öğrencilerin finansmanına ve burs ilişkilerine kadar ilgili bürolar elinden geçti. Çar I. Petro’nun kurduğu şehirde Putin adeta kendisini vitrine çıkarmış ve sergiliyordu.

Aynı yıl Kremlin Sarayı Mülkiyet İdaresi Başkanlığı’nda Yardımcılık konumunda bulundu. 1 yıl sonra (1997) aynı koridordaki başka bir dairede “Devlet Başkanlığı İdaresi Başkanı” olarak görevlendirildi. 1 yıl da bu görevi sürdürdü. Yani aslında keşfedilmiş olan bu isim devlet kademelerinde tecrübe sahibi olması için Rusya’yı yönetenler tarafından önemli, stratejik departmanlarda pişirilmekteydi. Ve en sonunda devleti denetleyen mekanizma olan “Devlet Başkanlığı Denetim İdaresi Başkanı” olarak görevini icra etti. Yani birkaç yıl sonra oturacağı devlet başkanlığı koltuğunu denetleyenlerin çalışma prensibini de öğrenmiş oldu. 

İşte Rus devlet aklı tarafından oluşturulan “Putin” ve “Rusya” imajı böyle şekillendi. Aslında tedirgin edici bir lider profili arayışında olduklarını hepimiz anlayabiliyoruz. Ne demek istediğimi ilerleyen paragraflarda anlayacaksınız.

KGB’den istifa mektubuyla ayrılan Putin bu sefer 1998’de Rusya Federasyonu’nun istihbarat servisine direktör olarak atandı. Yani ona kuracağı hükümetin işlerini kılçıksız şekilde yürütebilmesi için gizli servisi yeniden organize etme imkânı da tanındı.[13] 8 ay sonra yani Mart 1999’da Güvenlik Konseyi Sekreterliği’ne yükseltildi. Burada kurduğu cümle çok dikkat çekicidir “Rusya’yı dağılmaktan koruyabilirsem gurur duyulabilecek bir işe imza atmış olurum” dedi. Şimdi SSCB zaten dağılmıştı. Sıranın Rusya’ya geldiğini günümüzden 24 yıl önce “Güvenlik Konseyi Sekreteri” olduğu zamanda söylemiş ve buna yönelik çalışacağını açıkça ifade etmişti.

Buradan her anlam çıkarılabilir. Kendi gözünde sözde bağımsız olan Gürcistan, Ukrayna, Belarus, Estonya, Litvanya ve Letonya ülkelerinin bulunduğu bölgeleri geri alıp bir tampon ve elinde kalan Federasyon’a savunma hatları olarak değerlendiriyor olabilir. 23 yıl öncesinden buraları tekrar ele geçireceğim mesajı da veriyor olabilir. Bu bölgelerin iç işlerine sızıp Rusya güdümlü klikler oluşturacağım anlamı da çıkabilir. Ya da buraların hiçbir zaman Avrupa’nın kontrolünde olamayacağını da -gerekirse elini taşın altın sokmaktan çekinmeyeceğini de- vurguluyor olabilir. Ama şu bir gerçek ki “Rusya 23 yıl önce verdiği mesajı gerçekleştirmeye başladı”.

Aynı Putin gibi Komünist Rusya hiyerarşisinde hızla yükseltilerek Moskova Belediye Başkanlığı’na getirilen ve daha sonra Devlet Başkanı olan Boris Yeltsin’in ortalığı sakinleştirdikten sonra devlet başkanlığını Putin’e teklif etmesi artık kapıların sonuna kadar açıldığını göstermektedir. Başta da ifade ettiğim üzere “demokratik prosedürler sembolikleşerek” liderlik koltuğuna oturmak da mümkündür. Vladimir, bu teklifi kabul ederken aslında aklında kurduğu senaryoları da 2000 yılında yazdığı “Milenyum Manifestosu” adlı makalesinde kâğıda döktü.

Bu makaleden iki önemli bölüm bulunuyor. Birincisi Rusya’daki modern duruma ilişkin maddeler, ikincisi de Rusya’nın öğrenmesi gereken dersler başlıklı uzunca bir bölüm. Her iki bölümden de en dikkat çeken iki cümle şunlardır:

“Rusya’nın Modern Durumu hakkında “Sermaye yatırımlarının olmaması ve yeniliklere karşı yetersiz turum, fiyat-kalite oranı açısından dünya çapında rekabet eden emtia üretiminde dramatik bir düşüşe neden oldu. Yabancı rakipler, Rusya’yı özellikle bilim ve yoğunlaştırılmış sivil mallar pazarında çok gerilere itti. Rusya, dünya pazarında bu tür emtiaların %1’inden daha azına sahipken, ABD %36’sını ve Japonya %30’unu sağlıyor. (…) Bunlar hayatın kendisinin ortaya koyduğu sorulardır. Bunlara tüm insanların anlayabileceği açık cevaplar bulamazsak, büyük ülkemize yakışan hedeflere hızla ulaşamaz, devletimizi kendi ellerimizde yok etmiş oluruz.”  Demektedir.

Bu bölümün açıklaması iki cümle ile “her ne olursa olsun Rusya uluslararası piyasalarda üretebildiklerinin borsasını elinde tutmalıdır ve petrol, gaz gibi müthiş değerli emtialarda söylenenlerin karar verici organı olmalıdır. Bunu yapabilmek için uluslararası piyasaya açılmak ve projeler vasıtasıyla dünyayı enerjide Rusya’ya muhtaç hale getirmek gereklidir”. Şeklinde…

Rusya’nın Öğrenmesi Gerekenler bölümünde ise: “Rusya, siyasi ve sosyo-ekonomik çalkantılar, afetler ve radikal reformlar için sınırlarını kullandı. Yalnızca Rusya’ya ve halkına karşı kesinlikle kayıtsız olan fanatikler veya siyasi güçler yeni bir devrim çağrısı yapabilir. İster komünist, ister ulusal-yurtsever, isterse radikal-liberal sloganlar altında olsun, ülkemiz, halkımız yeni bir radikal parçalanmaya dayanmayacak. Ulusun hem hayatta kalma hem de yaratıcı çabalarını sürdürme konusunda toleransı ve yeteneği sınıra ulaştı: toplum basitçe ekonomik, politik, psikolojik ve ahlaki olarak çökecek. Sorumlu sosyo-politik güçler, ulusa piyasa ve demokratik reformlar döneminde biriken ve yalnızca evrimsel, kademeli ve ihtiyatlı yönetimlerle uygulanan tüm olumlu durumlara dayanan Rusya’nın canlanması ve refahı için bir strateji sunulmalıdır. Bu strateji, siyasi istikrar ortamında yürütülmeli ve Rus halkının, onun herhangi bir bölümünün ve grubun yaşamının bozulmasına yol açmamalıdır. Bu tartışılamaz durum ülkemiz içinde bulunduğu durumdan kaynaklanmaktadır. Bölünmüş ve kendi içinde parçalanmış bir toplumda, ana toplumsal kesimlerin (Rusların) ve siyasi güçlerin farklı temel değerlere ve temel ideolojik yönetimlere sahip olduğu toplumda, ülkemizin bugün çok ihtiyaç duyduğu verimli ve yaratıcı çalışmalar mümkün değildir. Bilim adamlarımız, analistlerimiz, uzmanlarımız, her düzeydeki kamu görevlilerimiz ve siyasi kamu kurumlarımız tam da bu amaçla çalışmalıdır.”demekte.

Yani Rusya’yı her zaman büyük konumda tutabilmek için içerisindeki unsurları eritmeye, yozlaştırmaya ve özgüvensiz hale uzmanlarımız yardımıyla getirmeye devam edip analistlerimizle hedeflerimize yoğunlaşmalıyız diyor. 

Benim buradaki bir başka yorumum da günümüzde son 72 saatte doğruluğu teyit edilen Ukrayna içlerinde, Rusya’nın içerisindeki etnik grupların “gönüllüler” adı altında savaştırılarak dirençlerinin ve nüfuslarının azaltılmaya çalışıyor olunmasıdır. Yani Putin, ilerleyen süreçte geniş perspektifli bir savaş durumuna karşın Rusya içerisindeki kendisine ve ordusuna köstek olacak tipleri ortadan kaldırıyor da diyebiliriz.

İşte Putin 23 yıl önce seçimlere günler kala yazdığı bu manifestosunda halkta büyük bir ilgi odağı haline geldi. Demiştik ya St. Petersburg’da kendini vitrine çıkardı ve sergiliyor… şimdi de vitrindeki kendisini halka mâl etmeye gayret ediyor. Nasıl?Devlet Başkanı’nı halkın seçmesinden duyduğu onur ve sevinci dile getirerek.

İlmek, ilmek devletin her stratejik kademesinde terazide hep o ağırlıkta olmak suretiyle görevler üstlendirilen “cılız Rus’a” halk ülkesini Mart 2000’de böylelikle yaptığı seçimle emanet etti. En başta ne demiştik başta? Hükümetlerin de kişilikleri vardır.

Peki Grozni’deki Çeçenler böyle olduğu için mi Rus ekonomisi güçlendi?   

Rakiplerini esrarengiz şekilde gözden uzaklaştırarak yükseliş gösteren Putin, devlet başkanı olduğunda manifestosunda da bahsettiği üzere multiculturalist (çok kültürlü) bir yapıda Rusya’nın her zaman tepede bulunmasının içten bir engel teşkil ettiğine dikkat çekiyor. Yani devlet başkanı seçildiğinde kucağında bulunan iki tane önemli sorun vardı. Birincisi Yeltsin döneminden miras kalan Çeçenlerin direnişi, diğeri ise ekonomik sıkıntılar. Çeçenler hakkı asla ödenemeyecek düzeyde bir direniş gösterdi.

Çeçen direnişini sonsuza kadar kırmak için en ağır şekilde bölgeyi bombardımana tuttu. Bugün Ukrayna’ya yapılan bombardımandan çok daha şiddetli katı askeri emirler verdi. Birincisi direnişi açlık ile, sivilleri de hedef alarak hem kırdı hem de mücadele edebilecek Çeçen komutanları hızla temizledi. Çünkü Putin’in aceleyle rayına oturtup istifini bozmaması gereken bir Rusya bulunmaktaydı. Dolayısıyla I.ve II.Çeçen-Rus Savaşı’nda Rusya’ya boyun eğmeyen Çeçenlerin şehit edilmiş olunması bugün Kadirov’un idaresinde Grozni’deki Çeçenlerin tabiri caiz ise Rusya’nın mayın merkebi olmasına sebebiyet verdi. Ve ayrıca şu an Ukrayna’ya Avrupa’daki Çeçenlerin gönüllü savaşmak için müracaat ettiği söyleniyor. Bu konuda Zelenski ve Ukrayna Güvenlik Güçleri çok dikkatli olmalıdır. İçeriden sabotaj riskini azaltmak için Ukrayna vatandaşı olmayan kimsenin bu konuda vatan savunmasına dahil edilmemesi gerektiği kanaatindeyim. Kendi göbeğini kesen milletler zehre karşı panzehrini kendisi geliştirir.

Yine manifestosunda bel kemiği niteliğinde ifade ettiği “yatırım ve uluslararası sermayedeki Rusya payı” konusunda ekonomik krizle mücadele için kesenin ağzını açabildiği kadarıyla açtı. Yatırımları arttırdı, yabancı sermaye için denetime tabii tutulmuş imkanlar sağladı, petrol fiyatlarındaki artış Rusya’nın bütçesinde fazla vermesine sebebiyet verdi. Yani kamusal anlamdaki borçlar karşılanabildiği gibi aynı zamanda ülke içerisindeki sermaye sahibi özel ve yarı kamusal şirketlerin borçları da hızla kapatılmaya başlandı. Ekonomi görüşü üzerine ülkeye sıcak para girişini böyle sağladı. Yabancı sermayeyi kontrol etmeye çalışırken, petrol-gaz-kereste ticaretiyle emtialarda kendisine önemli bir yer edindi. Böyle devam eden ekonomi anlayışı ve önlemleriyle aslında kontrollü piyasa açılımlarıyla 2009’da Kamu Borcunu %88’den %7’ye düşürmeyi başarabildi. Bunu yaparken borçlandı mı? -evet borçlandı. Fakat borcu ranta yatırmadı…

% 20.8 enflasyon ile devraldığı ülkeyi kademeli olarak enflasyon düşüşleriyle rahatlatabildi. Aynı dönem Türkiye için de geçerliydi. Sıcak para girdisi ve yatırıma harcanan borçlar en büyük ekonomik ittirgeçlerden biri haline geldi. Hem Rusya hem de bizim için. 2010’a geldiğimizde Rusya’nın enflasyonu % 6,9’a düşürülmüştü. Ve sadece 2015’te % 15,5’e çıkarak bir daha asla çift haneli oranları görmedi. Bunu sebebi de Kırım işgali sonrası yapılan ayağı yere basmayan yaptırımlardı. Öyle ya da böyle Avrupa, Rus enerjisi olmadan ABD’nin gazına gelip uyguladığı ambargoları delmek zorunda kalacak. Buna da halk arasında “tükürdüğünü yalamak” denir. İran ve Venezuela’ya karşı olan tutumları ayaklarının tökezleyeceğine işaret ediyor. Ve AB’de gördü ki ABD’nin kollarına koca bir kıta güvenliğini bıraktığımızda aslında ABD, Avrupa’yı korumak yerine her hamlesinde kendisine daha da muhtaç hale getiriyor. ABD, Avrupa’yı en açık ifadeyle soyuyor. Oluşturduğu panik ortamında silah satışıyla soyuyor, politika satışıyla soyuyor, kapana kısıldınız bensiz bir hiçsiniz anlayışıyla soyuyor. Soymanın bin türlü çeşidi var…

Putin’in gelişimine merdiven dayayan faktör aslında Yeltisn gibi (Avrupa ile müşterek) değil, kendi çizdiği pragmatik dış politikaya olan bağlılığıdır. 2008’deki Gürcistan (Osetya) olaylarına, 2011’deki Suriye iç savaşına, 2014’teki Ukrayna’da yaşanan siyasi boşluğa bakarak Kırım işgaline, ermenistana olan yatırımlara ve silahlandırmaya hatta Türkistan coğrafyasındaki tahakkümünü daha da artırmasına bakılırsa pragmatik dış politikasını yürütürken kendince önemlerini hep aldı. Başlıktan da anlaşılabileceği gibi… “ülkede baş kaldıran unsur olmayınca ekonomisini geliştirebildi.”

Şimdilerde de Anayasa ile oynayarak 2 dönem daha seçilebilmenin derdinde. 2 dönem daha seçilebilmenin yolunu kendisine açarsa 80 yaşında da Rusya’yı yönetmeye devam edebileceği kesinleşiyor. Kesinleşiyor çünkü ülkeyi kocaman bir belediye gibi yönetmekte.

Putin ve Biz…

Dünya egemenliği tanımı modern dönemde özellikle siyaset bilimi alanında atık bir kürsü hale gelmeye yakın olan 19.yüzyılın sonlarında daha da sistematik hale geldi. “Siyaset biliminin bağımsız akademik disiplin olma çabalarına 20.yüzyılın başlarında rastlanır. 19.yüzyılda Almanya’da siyaset bilimi kurumsal olarak felsefe, hukuk, kamu yönetimi ve tarih tarafından temsil edilmiştir. Adolf Robowski ve Richard Schmidt Almanya’da 1908’ yılında “die Zeitschrift für politik” (Siayaset Bilimi Dergisi) adlı bir dergi kurmuştur.” [14] İşte bu sayede yeni, yeni yetişmeye başlayan siyaset uzmanları (siyaset bilimci değildirler) aslında politik okumalar yapabilmeye odaklandılar. Yani benim hipotezim olarak normatif-ontolojik yaklaşıma göre dünyayı idare edebilmek için bir perspektif çizmeye çalıştıklarını söyleyebilirim. Niçin normatif-ontolojik? -Çünkü dünyayı olduğu gibi okumak yerine veya göründüğü gibi tarif etmek yerine meydana gelen fenomenlerin dünya analizinde olan etkisinin yorumlanması ve kategorize edilmesi, dünyayi ampirik gözle analiz edebilmek, daha farklı perdelerden bakabilmek için siyaset uzmanları “siyaset bilimci” olmaya başladıklarında fenomenolojik ontoloji düzleminde olayları ele aldıklarını görüyorum.

Avrupa bazında yani Almanya özelinde ilk siyaset bilimciler diyebileceğimiz Theodor Heuss, Frederich Naumann (kısmen de Sosyal Bilimcidir) ve Hermann Heller gibi isimlerde ben bunu görüyorum. Onların öğrencilerine okuttuklarında fenomenlerin (-şeylerin) ontolojik (varlıksal etkiye dayalı) açıdan politik yorumlamaları olduğunu görüyorum. Mesela Alman siyaset bilimcilerin çizdiği, oluşturduğu dünya haritasındaki dünya egemenliğini sağlayabilecek sahaların ele geçirilmesi üzerine oluşabilecek güç aktarımını Amerikalılar gördüğünde ve okuduklarında kendi siyaset bilimi kürsülerine ve Thinktanklarına büyük yatırımlar yapmaya başladı. Büyük ve kabul görmüş hakimiyet teorilerini tekrardan gözden geçirdiler.

Böylelikle dünyayı hakimiyet altına alabilmek için üretilen çeşitli hakimiyet teorilerinde İngilizler, Almanlar, Amerikalılar kendini ön plana attı. Çünkü emperyalizm güdüsüyle hareket ediyorsan buna mecbursundur. Herkes gibi sen de ülkeni korumak için birilerini yok etmelisin. 20.yüzyıl hakimiyet anlayışı modern açıdan bu dereceydi. Yani Kara Hakimiyet Teorisi dendiğinde akla Mackinder’in Heartland (kalpgâh) tanımlamasıyla gelmesi, Kenar Kuşak Hakimiyet Teorisi dendiğinde Nicholas J. Spykman’ın ve Deniz Hakimiyet Teorisi dendiğinde Alfred T. Mahan’ın gelmesi gibi…

Kara Hakimiyet Teorisi dönemin SSCB’si, günümüzün Rusya Federasyonu ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti’ni doğrudan ilgilendiren, ABD’nin ve dünya siyasetine yön veren her Avrupa ülkesinin dış politika planlarken göz önünde tuttuğu bir hakimiyet anlayışıdır. Modası geçmişe benzemiyor. Dipdiri duruyor. Dipdiri olduğunu nereden anlayabiliriz? – Kulağımızın dibinde bitmek bilmeyen terör faaliyetlerini sürekli ABD ve AB’nin finanse etmesinden, Türkiye’yi sürekli enerji harcamaya sevk etmesinden anlaşılabilir. Veya bakın etrafınıza kaç tane parçalanmamış güney komşumuz kaldı?  

Kara hakimiyet teorisi Heartland yani Kalpgâgh birlikte İç- Dış Hilaller ve Peyklerden meydana gelmekte. İç Hilal ve Heartland denilen bölgenin birinci kapsayıcı noktası tüm SSCB siyasi sınırlarını kapsayarak Çin-Tibet bölgesinden Mançurya’nın Moğolistan uçlarına ve oradan doğu ucunun Sibirya’nın büyük kısmını alarak ancak Bering Boğazı’na temas etmeyecek şekilde biterken, Batı ucu da İsveç’i içerisine alarak Polonya, Berlin sınırına kadar Almanya, Romanya’nın tamamı ve Slovenya’yı da kapsayacak şekilde biter. Heartland olarak tarif edilen “burası alınırsa iş bitmiştir” denebilecek yerin güneyinde de Konya ve İç Anadolu dahil Türkiye’nin büyük kısmı İran’ın kuzey bölgelerinden devam ederek Alp-Himalaya dağ kuşağı boyunca Keşmir bölgesinden Doğu’daki Tibet sınırlarına kadar uzanır gider. Peykler ise daha uç kısımları yani Avustralya, Güney Afrika Cumhuriyeti hizasından okyanus hattını kapsamakta. İşte bu yüzden politika yapıcılar Rusya ve Türkiye ile her zaman uğraşmaktadır.

Biraz daha derinlere inelim…

Sosyal Bilimcilerin temel amacı bütüncül bakış açısını olduğu gibi aktarabilmektir. İnsanın aktif rol oynadığı her durum ve konuda analizleri dayanak noktaları referans alınarak gerçekleştirmesi beklenir. Ama bu asla “tarafsız” olabilmek için etliden, sütlüden kaçmaya çalışmak demek değildir. Çünkü tarafsızlığın da eninde sonunda bir tarafa eğilmek olduğu biliniyor. Kamerayı tutan el nereye dönerse -isterse ben tarafsız bir ele sahibim desin- kadraja da o görüntü çıkar. Ama o el kamerayı döndürmek yerine olayları gösterebilmek için gidebildiği kadar geriye gidip kadrajın görüş açısını genişletirse işte o zaman olan biten tüm çıplaklığı ile gün yüzüne çıkar. Benim de yapmaya çalıştığım budur.

O yüzden Heartland’ın önemi büyük ve doğrudan bizi de ilgilendirir…

Resim-1: Heartland olarak ifade edilen yerin ve Kenar-Kuşak Hakimiyet sınırlarını gösteren bir harita

İşte bu sebeple Heartland’ın İç Hilal ile birlikte tarifinde Türkiye’nin önce Batı’nın dünya hakimiyet anlayışı, sonra güvenliği açısından Rusya’nın göz bebeği olduğunu söyleyebiliriz. Rusya kendisini korumak için Türkiye üzerine iki siyaset yürütebilir. Ya saldıracağı ana kadar iyi ilişkiler yürütecek ya da saldıracağı ana kadar olabildiğince gri renkte ilişkiler sürdürecek. Gri yani renksiz ve tavrı (sözde) iyimser olmalı. Onlar açısından bakılınca böylesi daha makbul. Niçin? Yani açıkça bu iki ülkenin bağımsızlığı içlerinden birinin kontrolsüz yükselişiyle, güçlenmesiyle veya diğerinin öteki yükselirken geride kalmasıyla tehlikeye girebilir durumda. Ayrıca her kitapta ezbere bir cümle var. Nedir o? “Türkiye Transit güzergâhların üzerindedir”. Evet. Çifte kavrulmuş değeri bir diğer yandan bu yüzdendir. Ama buradan hareketle “kimse Türkiye’yi ele geçiremez” savı ortaya atılıyor. Birazdan neden saçmalık olduğunu anlatacağım.

İki ülkenin bağımsızlığı, varlığı doğrudan birbiriyle kesişmekte ve tavra göre şekillenmekte. Rusya, Türkiye ile doğrudan rezalet ve tehditkâr bir politikayı belirgin şekilde yürütürse Türkiye’nin odağı önce Karadeniz’de sonra Rusya’nın içerisinde güçlenmeye çevrilecektir. Nasıl ki Suriye’de ABD’yi süzüyorsak, bu sefer diğer gözümüz de sürekli ve açıkça Rusya’nın üzerinde olması beklenirdi. Rusya bunu istemeyecektir diye düşünüyorum. Neden istesin ki? Ama biz bilelim… Bu siyasetin her ikisinin sonucunda da Dünya kalesi (Türkiye) hiç kimse tarafından ele geçirilememiş olacak. Evet Dünya Kalesi diyorum. Açıklayacağım…

Veya bir başka teori üzerinden ilerleyerek kara hakimiyet teorisinin üzerine konumlandırılan başka bir hakimiyet teorisi geliştiren Spykman’a göre de (Kenar-Kuşak Hakimiyeti Teorisine göre) Türkiye’nin önemi yapayalnız bir dünya kalesi olmasıdır. Hakimiyet isteyen herkesin odağı olduğu için yalnızdır. Heartland’ı hakimiyete almak isteyen bir ülkenin veya gücün, Kalpgâh’ı elinde tutabilmek adına koşulsuz olarak kontrolünü sağlaması gereken yer Türkiye Cumhuriyeti’dir yani Anadolu’dur. Türkiye Cumhuriyeti’nin çevresinde bulunan bakir enerji kaynaklarının cazibesi, sosyo-kültürel bağları dolayısıyla Anadolu’dan Çin sınırlarına kadar Kaşgar’ı da içerisine alarak uzanan tarihsel (ülkü) bağlantısı Türkiye’nin konumunu son kale haline getirmiştir. Yani demek istiyorlar ki Heartland’ı alsak dahi altta Türkiye gibi ne yapacağı belirsiz bir devletin bulunması ve ülküsünün gerçekten çelikten olması her halükârda gerçek dünya hakimiyetine ulaşmakta zorluk çıkaracaktır.

Gerçekten de İzlanda gibi Deniz Hakimiyet Teorisine göre çok uçta kalan ve sadece Grönland hakimiyetinde önem arz eden jeopolitik bir konuma nasip olmak bambaşka bir şans. Bizdeki çelik hayaller ilahi kadere de intikal etmiş olacak ki işte tam da bu yüzden “Dünya hakimiyeti” bu teoriye göre “Türkiye’nin” kontrol edilmesinden geçmektedir. O sebeple hiçbir şekilde güçten düşmemeliyiz. Hiç kimse bu bölgede İzlanda rahatlığında bir Türkiye olsun istemez.

Tekrar başa dönüyoruz… akla, bilime, eğitime, (siyasete değil) politikaya yatırım yapmalıyız.

O halde kafaları karıştıracak bir soru sorayım ve yanıtını siz verin…

“Türkiye’yi kontrol etmek isteseydiniz silahlı bir savaşa girer miydiniz?” (Rusya açısından soru, cevaptır)

Putin’i korkutmanın yolu da güçlü bir Türkiye’den geçer…

Resim-2: Zaporojia Kosaklarının 1654’teki Hetmanlık sınırları. Görüldüğü üzere Putin’in pişirip pişirip servis ettiği Donetsk-Luhansk bölgesi Hetmanlık sınırı dışında. Putin makalesinde buradan vuruyor.

Bir makale de Ukrayna için yazdı…

Putin, 10.07.2021’de Kremlin’in resmî internet sitesinde yayımlanan bir makale daha kaleme aldı. Makalenin adı “Ruslar ve Ukraynalıların Tarihsel Birliği Üzerine”. Bu Makalesinde “eski topraklarımız” algısını sıklıkla dile getiriyor. Yani yapmak istediği şey genişleyeceğim ancak bunu genişleyeceğim toprakların halklarının zihnine bir anestezi yaparak gerçekleştireceğim diyor. Yani sivrisinek gibi önce uyuşturup, hafızasından arındırıp ele geçireceğim demekte. Bu da Rusların en iyi yaptığı meziyeti ortaya döküyor… “ulusları dezenformasyona uğratma ustalığı”.

Örneğin bu makalenin bir bölümünde tarihe atıf yaparak şunlar yazmakta: 

“1649’da Zaporoje Ordusu komutanı Polonya-Litvanya Milletler Topluluğu Kralı’na bir mektup göndererek Rus Ortodoks nüfusunun haklarının gözetilmesinden söz ediyordu. “Kiev voyvodası Rus halkından biri olmalı ve Yunan hukukunu benimsemeli, böylece Tanrı’nın kiliselerine saldırmayacaktır”. Dedi. Ancak Kozaklar’ın sesi duyulmadı. Sonra B. Hmelnytskiy’in Zemsky Sobros aracılığıyla Moskova’ya yaptığı çağrıları vardı. 1 Ekim 1653’te Rus devletinin bu en yüksek temsili organı, din kardeşlerini desteklemeye ve onları koruması altına almaya karar verdi. Ocak 1654’te Pereyaslav Konseyi bu kararı onayladı. Ardından B. Hmelnytskiy ve Moskova büyükelçileri, sakinleri Rus Çarı’na yemin ederek Kiev’de dahil olmak üzere düzinelerce şehri gezdi. Bu arada Lublin Birliği’nin sonuçlanması sırasında böyle bir şey olmadı. 1654’te Moskova’ya yazdığı bir mektupta Hmelnytskiy, Çar Aleksey Mihayloviç’e bütün Zaporoje Ordusu’nun ve tüm Ortodoks Rus dünyasının Çarlık gücünü güçlü ve yüksek bir el altında kabul etmesine izin verdiği için teşekkür etti. Yani, hem Polonya kralına hem de Rus Çarına yapılan çağrılarda Kozaklar kendilerini Rus Ortodoks halkı olarak adlandırdılar ve tanımladılar.”[15]

Putin’in burada dikkat çekmek istediği iki nokta var. Birincisi “açıkça” Kozak Hetmanlığı’nın siyasi haritalarına baktığımızda Kırım işgali sonrasında şimdiki Ukrayna’dan kopardığım ve üzerlerinde Luhansk ile Donetsk hükümetlerinin oturduğu toprak parçaları geçmişte bile Hetmanlık’a bağlı değildi. İkincisi buralar Hetmanlık’ın 1654’te Çarlık ile birleşmesi sonucu (10.yüzyıldaki Rusların Kiev başkenti ile birlikte) benim toprağım idi öyle de kaldı demeye getiriyor.

Burada Putin’in yürüttüğü dış politika güçlüysem haklıyım (Çarlık Rusya) kafası. O halde biz de Dünya Kalesiyiz, tepemizin tasını attırmayın yakarız ortalığı mı diyelim?

Bizimkisi biraz daha akademik kaçar. Ama Putin’in mantığı ergence…

Ayrıca biz geçmişteki Türk devletlerimizi canlandırmaya kalksak ortada ne Avrupa ne de Rusya diye bir şey kalmayacak. Eğer diplomasi dili böyle olacaksa, bunu istiyorlarsa zor değil. Dünden hazırız…

Diğer yandan Ukrayna’nın tarih sahnesine “ilk” Sosyalist Devlet olarak çıkma sürecine göz attığımızda Donetsk ve Luhansk adlı yerlerin zorla Ukrayna’ya vatan toprağı edildiğini görürüz. Çünkü İngiliz siyaseti böyle işler. 1919’da bugünleri karıştırmaya çalışmış gibiler. “Ama insan vatanı için elbette çarpışır ve ölür. 

Bugün Ukrayna’da gerçekleşen katliamın sorumlusu olarak iki yüzlü Avrupa’yı tek kelime eleştiremeyenler, Zelenski için komedyen diyor. Bu politik bir taraf tutmak falan değil. Açıkça anlamıyorum, fikrim yok demenin çamurlamalı yolu. Bilmiyorsan ağız dolusu “bilmiyorum” de kurtul.

Resim-3: 1917-1921 aralığında gösterilen Ukrayna Halk Cumhuriyeti’nin doğu sınırlarında bahsi geçen bölgelerin “Ukrayna” egemenliğinde olduğu gözükmekte.

İşte bunlar da benim sorularım…              

Ukrayna Sovyet Sosyalist Devleti I. Genel Savaş sonrasında siyasi sınırları ile birlikte meydana çıktığında ağırlıkla Rusça konuşan bölgeler bu devletin egemenliği altında kaldı. Dolayısıyla 1991’deki bağımsızlık sürecinde de Ukrayna bağımsızlığını Glastnost ve Prestroika ile birlikte ele alınca bu bölgeler Rusya Federasyonu’ndan böylelikle koparılmış olundu. Burada 72 yıl öncenin (1919) hesabına göre Ukrayna buraların yeni sahibi olsun, yeni bir (III. Genel) savaşa zemin oluştursun çabası mı yatmakta? Çünkü benzer bir şekilde Versailles Antlaşması ile birlikte Alman İmparatorluğu’nun canı ciğeri olan Danzig’in, Leh Koridoru bölgesinin Polonya’ya verilmesiyle [16] birlikte Almanya (anavatan) -Danzig arasındaki kara bağlantısının kesilmesi Nazilerin iktidara gelmesindeki en büyük propaganda malzemesi haline getirildi. Neticede kendilerine ürettikleri bir çok sebep ile birlikte 1939’da Polonya’ya gerçekleştirdiği saldırıyı kendi açısından böyle meşrulaştırmıştı. Ukrayna’nın artık bir vatan toprağı olan Donetsk ve Luhansk yerleşimlerinin Rusya güdümüyle Ukrayna’dan alınması (yani bunu zamanı geldiğinde Rusya yapsın, Ukrayna’ya saldırsın, işgal girişiminde bulunsun diye I. Genel Savaş sonundaki politik aklın bir ürünü olarak) günümüzde yeni bir savaş başlatıcı sebep haline mi getirilmek isteniyor? Bölgenin masum halkı kırdırılmak mı isteniyor? Rusya’nın gücünü, öfkesini ölçmek için bu bölgeler birer termometre görevi görsün diye mi yeniden sahiplendirildi? Zamanı geldiğinde Rusya’yı tuzağa çekmek için mi kullanılmak istendi? Günümüzden 103 yıl önce bunların mı hesabı yapıldı? Bunlar da benden sorular…

Görüşlerim, önerilerim ve sonuç…

Çin faktörünün de soğuk bir tavırda sahneye çıkmış olması ve yalnızca Tayvan gündemiyle medyada yer ediniyor olması bu olayların varacağı sonuçta kaosun hâkim olacağını gösteriyor. Ama Ussumi Nehri Savaşı’ndan kalma Rus-Çin sınır anlaşmazlığı her ne kadar 2008’de sembolik olarak “sınır antlaşması” yapılarak çözülse de pişirilip, pişirilip gündeme getirilmesi pek mümkün. Rusya ve Çin 2008’de Çin Dışişleri Bakanı Yang Jiechi ve Rusya Dışişleri Bakanı S. Lavrov ile Pekin’de bir antlaşmaya vardılar. Bu antlaşma neticesinde 4.300 km uzunluğa sahip olan Çin-Rus sınırındaki Tarabarov Adası’nın tamamıyla Bolşoy Ussuriski Adası’nın bir kısmı Çin’e verildi. Böylelikle 1970’lerden sonra çıkan küçük çaplı saldırıların artık yeni dönemde önüne geçtikleri sanılıyor. Ama dediğim gibi Rusya’nın asimetrik genişleme hayaline tekrardan gelmesi Çin’i de tehdit etmekte. Çünkü Rusya’nın 1905’teki Japon-Rus savaşından kalma Mançurya’yı da halen daha almak istediği apaçık ortada. Putin’in Çarlık kafasıyla ilerlettiği yayılmacı politikada buraların da tehlikede olduğu bellidir. Çin’in Rusya’ya sadistçe destek vermiyor olmasının sebebi bu bile olabilir. Ama Çin’e tekrardan geleceğim.

Türkiye Cumhuriyeti’ne baktığımızda bugün Rusya ile olan diplomatik ve ticari ilişkileri düşünürsek ivme kazanarak artmış bir durum söz konusu. Yani Türkiye’nin kendi refahı için evet ne Rusya’dan ne de Ukrayna’dan vazgeçmesi gerekiyor. Karadeniz’de Rusya’nın tüm kuzey kıyı şeridi boyunca hakimiyetinin varlığı bizleri sürekli teyakkuzda tutacaktır. Donanma yatırımlarımızı arttırmaya sürükleyecektir. Böyle bir güç yönetimine giden süreç var. Yok mu? Karadeniz’de sınırlarını nasıl koruyacaksın? Ya savaş gemisi alacaksın ya da üreteceksin…

Putin’in ergen mantıkla kontrolsüz yayılma arzusu, Ukrayna üzerine agresif saldırı yürütmesi bugün Çarlık’ın hayali olan İstanbul’u da tehlikeye düşürmüyor mu? Putin her ne kadar SSCB’yi hayal ediyormuş gibi gözükse de esasında olan ve ilerleme kaydettiği tekrardan ele geçirme, “reconquesta” politikası Rus Çarlığına giden bir durum. Sıra Finlandiya ve Baltık Ülkeleri’ne de gelecek. Kimse kendini kandırmasın. Yürüttüğü gidişat budur. Ve bugün Rusya’nın eskisi gibi Ortodoksları himaye eden nokta-i nazardan ilerlemeyeceğinin garantisini kim verebilir? Çarlık, Bizans İmparatorluğu yıkıldıktan sonra tüm vasıflarıyla Rus Ortodoks devleti nazariyesinde tekrardan canlandırılmadı mı? Ülkemizi korumak, güvenliğini sağlamak için sert sözler söylemek zorundayız. Sopamızı göstermek zorundayız. Buna mecburuz. Bizim başka Türkiye’miz yok. Bizim başka bir devletimiz yok.

Batı’daki uzak komşularımız açısından…

Avrupa, Rusya’nın olmadığı bir ekonomi modelini deneme çabasıyla enerji bağımlılığına karşı kıtayı ve birliğini bağımsız yapmanın peşinde. Yani ilerleyen süreçte AB’nin enerji politikalarına daha fazla odaklanacaklarını öngörüyorum. Açık olarak von der Leyen’in açıklamaları bu yöndeydi. Ukrayna’nın ateşe atılması, Rusya’nın 50 yıldan fazla süredir sürekli etrafını hem ekonomik işbirlikleri ile hem de NATO vasıtasıyla askeri bir çevreleme süreci yürütülürken AB’nin büyük destek çıkması şişen bir balonun patlamasından ve tümüyle yürütülen ikili işbirliklerinin sonlanmasından korkutmaya başladı.

Burada benim önerim enerji konusundaki krizi Türkiye’nin “gaz rezervleri keşfettik” demesi üzerine bu sıkıntıyı -yettiği kadarıyla- karşılamaya yönelik adımlar atması ve ekonomiyi canlandırmayı denemesi olabilir. Dediğim gibi var olan, sahip olduğumuz her şeyi geliştirebilir, işleyebilir ve ticaretini yapabiliriz. Diğer yandan arabuluculuk konusu uluslararası konularda ağırlık sahibi olmayı ve barışı tahsis eden güç konumunu etkileyen bir prestij yapısına yükseldi. Nasıl? -ABD, her iki Genel Savaş’ın da asıl sonlandırıcısı olarak politika sahnesinde yükseldi. 1945’ten itibaren SSCB’nin “Varşova Paktı” üyeleri harici her yerde jandarmalık yapmasını sağladı. Barış güvercinini yeri geldi kanadını kırdı, yeri geldi bandajlayıp tekrar uçurdu. Bunu da süslü filmleri aracılığı ile sıvadı gitti. Vietnam’da Rambolar yerin dibine girerken, filmlerde kaybettikleri bir savaşı nasıl kazandıkları anlatıldı. Buna benzer çalışmalarla da kaybettikleri her şeyi film senaryosuna “aslında” ile başlayıp nasıl kazandıklarını anlatıp durdular. Kendileri hariç herkes kaybetti, bir tek kendileri ve kendilerine destek verenler kazandı. Bağdat işgal edildiğinde Bush ne demişti? “İşte şimdi Haçlı Seferleri başarıyla sonuçlandı”. Yani gün geçtikçe ve ABD çıkarları saldırganlaştıkça ona olan güvenilirlik de düşüyor. Dolayısıyla arabulucu olup savaşları sonlandırmak adına müzakere masası düzenlemek şimdilik denge siyasetinin en defansif çözüm yolu. Bu ortamın tahsisinin de Türkiye’nin çabalarıyla gerçekleştirilmesi ülkemizin büyük bir prestije sahip olacağını gösteriyor. Belki bir İsviçre kadar olamayabiliriz, kimse parasını burada saklamak istemeyebilir. Ama eminim ki yavaş yavaş sermaye de ABD’den çıkmaya, başka yerlere gitmeye başlayacaktır. Rusya’nın büyümesi işimize gelmeyeceği için Ukrayna’nın tampon olarak bulunmasını ve insanlarının bağımsız devletlerinde güvende yaşayabilmesi için barış masasının oluşturulması her şeyden önce gelir. Bu savaş Avrupa’nın ABD gazına gelip kızgın közde yalın ayak yürüyüp yürüyemediğini test etme işi. Belli ki Avrupa’nın tavrını ve krizlere yönelik çözüm üretme potansiyelini de ABD deneyimlemek istiyor.

Sonuç olarak her devlet kendi aklını (varsa) kullanarak uzun vadede nasıl ve kadar zararla, ziyanla ayakta kalabileceğini oturur hesaplar. Ona göre içerisini organize eder. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin savunma sanayisine gösterdiği hassasiyetin hepimizi nasıl da doğrudan ilgilendirdiğini Rusya’nın agresif tavrıyla anlamış olduk. Silahsızlanma çağrısı yapan yüzü gözü kapkaranlık insanların, ışığa çevirsen de aydınlanmayacak zihniyetlerin Türkiye Cumhuriyeti’nin ve içerisinde yaşayan her vatandaşın kötülüğünü nasıl da iştahla arzuladığını artık somut bir şekilde görmüş olduk. Kendinizi “Ukrayna’daki” insanların yerine koyun. Harkov’u Yozgat, Kiev’i Ankara olarak düşünün. Odessa’yı da İstanbul olarak tasavvur edin. Ve hava savunma sistemlerinizin cılız, yetersiz, dışa bağımlı olduğunu düşünün. Savunma sanayisinin neden önemli olduğunu anlayabildiniz mi?

Çin konusunda da Putin ile Xi-Jinping’in Pekin Olimpiyatları esnasında, Xi-Jinping’in Putin’i cafcaflı bir törenle karşılamadan sarayına gelmesini beklediği ve sarayında ise tokalaşmadan olimpiyat organizasyonuna geçtikleri görüntüler konuşulmakta. Aynı zamanda eskisi gibi aralarından su sızmaz vaziyette değil, Putin olimpiyat salonunda tek başına otururken görüntüleniyor. Ve buradan da akıllara gelen soru “Putin” yalnızlaştırılıyor olabilir mi? Sorusu. Bunun gerçeği yansıtmadığını düşünüyorum. Birçok gazeteci bu konuya dair “ben zaten tahmin etmiştim, Putin savaşacaktı” diye açıklamalarda bulundu. Putin’in bu kadar basit tahmin edilebilecek biri olduğunu düşünmüyorum. Eğer öyle olsaydı inanın tahmin etmek için kılı kırk yarmazdınız. Bir sivrisinek gibi çalışıyor. Ne yapacağını kestirmek çok zor. Isırmadan önce anestezi yapıyor. O yüzden Xi-Jinping ile arasının açık görünüyor olmasındaki sebep “bence” desteklemiyormuş gibi yap kafaları karışsın planı olabilir. Ama Vladivostok bölgesi boyunca Rusya’da artan Çinli nüfusunu da göz ardı etmemek gerekir. Çünkü tavşan gibi üreyerek silah sıkmadan bölgeyi kolonileştiriyorlar. Putin’de bundan çok rahatsız. Çin’in de kendince hesapları yoktur diyerek, kestirip atamayız.

Putin, en son yapacağı tehdidi (nükleer caydırıcılığı kullanma) en başlarda denediği için bu konu dart üzerinde falsolama atışlara açık gibi duruyor. Yani 5 gündür Ukrayna’da ağırlıkla altyapıyı mahvediyor. Henüz Slav mimarisinin eserlerini yok ettiğini medyada görmedik. Bu da akıllara acaba “Putin, Ukrayna’yı kültür örtüsünü bozmadan mı ele geçirmek istiyor?” sorusunu getirmekte. Ama sivillerin katledildiği, her türlü kirli senaryonun yazılabileceği şu dönemde tek derdim Türkiye Cumhuriyeti’nin ulaştığı güç dokusundan taviz vermemesidir.

Bir başka görüşü daha buraya ekleyerek artık sizleri de okuduklarınızı düşünmek için zihninizle baş başa bırakacağım.

Deniliyor ki Rusya, Ukrayna’yı tam olarak Grozni’de (Çeçenistan) olduğu gibi dümdüz edercesine bombalamıyor. Deniliyor ki Rusya, bahsi geçen “Ortodoks” dindaşlarını öldürmek için ayrı bir çaba harcamıyor. Deniliyor ki Rusya, Ukrayna’daki alt yapıyı tamamen moloza çevirmeden orayı ele geçirmek istiyor. Çünkü saldırmadan önce ekonomik yaptırımlar her zaman olduğu gibi tekrardan gelecek ve altyapısı rezil edilmiş bir toprak ona pahalıya patlar. Deniliyor ki Rusya, Ukrayna’daki Slav mimariye zarar vermemeye gayret ediyor. Deniliyor ki Ukrayna, Suriye’deki şehitlerimizin hesabını Rusya’dan soru. Deniliyor ki Ukrayna ve Rusya, Türkiye’yi savaş çekmek için elinden geleni yapıyor.[17]

Düşünüldüğünde ilgi çekici ve araştırılmaya müsait cümleler. Peki kim diyor? -arayan bulur…

Ve son olarak…

Ben de diyorum ki:

“Düşmanımız büyüdü. Çoğaldı. Sisli perdeler arkasında daha da gizlendi. Bu düşmanı hepimizin suskunluğu ve vurdum duymazlığı yarattı. Yeni yöntemler geliştirdi. Şaşırtmaktan da vazgeçmedi. Ama “Türk Devlet aklı var oldukça Türk Devleti’ni kimse güçten düşüremez ve Rusya’yı kaderinden kimse kurtaramaz.”

“Her şeyin özeti “göz görür, akıl okur.”

Mertcan ABBASOĞLU

[email protected]

Yararlanılan referanslar:


[1] İngiliz deneme yazarı (1778-1830)

[2] 16 Mart 1939

[3] 30 Eylül 1938

[4] Almanya Şansölyesi (Cumhurbaşkanı): 1925-1934

[5] 2003’te yaklaşık 190 milyon $’a satın almıştı: https://www.forbes.com/sites/daviddawkins/2022/02/24/roman-abramovich-has-sanction-insurance-a-2-billion-loan-to-chelsea-fc/?sh=78c6ee921be7

[6] 1917’de Rus devrimi sonrasında Nikolay Trubetskoy ve P. Savitski önderliğinde geliştirilen Rusya’nın yerinin Avrasya hakimiyeti olduğunu savunan bir ideoloji. 1991’de Aleksandr Dugin tarafından Rusya Federasyonu’nda Avrasya Partisi kuruldu ve ilerleyen zamanlarda 9 Mayıs 2002 yılında da Türkiye’de ANAP’tan ayrılan eski Bakan Hüsnü Doğan tarafından aynı adla “Avrasya Partisi” kuruldu. Kısa süreli bir girişimdi. Çünkü hedef 2002 seçimlerine katılabilmekti. Katılamayınca da kendisini feshetmek zorunda kaldı. Aleksandr Dugin esasında faşist bir yazar olarak tanınır. Fikirlerini belirgin olarak “Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım” kitabında aktarıyor. Avrasyacılığı Rusya gözüyle yani A. Durgin gözüyle okuduğumuzda Rusya’nın Avrasya-Atlantik üzerinde Çarlık kuvvetinde belirleyici güç olması gerektiğini anlarız. Yani Türkiye’den Çin’e kadar Rusya’nın yerini her ülke için farklı konumlandırmaktadır.

[7] Trabant aracı: https://tr.wikipedia.org/wiki/Dosya:Trabant_1.1_30.06.19_JM_1.jpg

[8] 1964-1982

[9] 1969 Ussuri Nehri sınırında Sovyet ve Komünist Çin güçleri 6 aylık sınır çatışmasına girişti. Çin, Sovyetler Birliği’nin Çarlık Rusya’nın 19. Yy’daki Çing (Quing) Hanedanlığı dönemindeki Çin-Rus sınırlarına geri çekilmesini talep etmişti. Çünkü yerinde sekmeye başlayan ve Brejnev yönetimiyle eski prestijinden tavizler vermeye adım atan SSCB’nin altında zorla yükseltilen bir Kızıl Çin bulunmaktaydı. Çatışmanın başlaması da elbette kaçınılmaz oldu.  

[10] ABD’nin 1945’ten sonra izlediği temel dış politika’dır. Önce NATO ardından ise CENTO kuruldu. CENTO’nun asıl hedefi Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere üzerinde SSCB’nin olası etkisini “asla olmayacak” şekilde tahsis etmekti.

[11] Vladimir Spiridonoviç Putin

[12] Şimdiki adıyla St. Petersburg Devlet Üniversitesi

[13] Bunu ben böyle yorumluyorum.

[14] Dural, Baran, “Siyaset Bilimi’nde Kuram-Yöntem-Güncel Yaklaşımlar, Paradigma Akademi Yayınları, Edirne, 2013, s.26

[15] Vladimir Putin’in “On the Historical Unity of Russians and Ukrainian” adlı makalesinden, 10.07.2021

[16] Yani Polonya’nın Leh Koridoru denilen yer ile Baltık Denizi’ne açılması sağlanmıştır.

[17] Bunlar uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimcilerin öncelikli olarak yanıtlaması, açıklığa kavuşturması gereken sorulardır. Bu söylenenlerin de ekranlarda ivedilikle konuşulmasını, aydınlatılmasını bekliyor olacağım.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklam engelleyicinizi kapatarak tekrar deneyin.